İsrail güvenlik stratejisinin odağında niçin Türkiye var?

Yavuz Arslan yazdı: Bugün İsrail’in arkasında kenetlenen küresel ve bölgesel güçlerin oluşturduğu cephe, yalnızca siyasî bir ittifak değil, “küfür tek millettir” ilkesinin bir tezahürüdür. Bu birleşik cephenin nihaî hedefi ise, İsrail güvenlik bürokrasisinde “Suriye’den sonra sıra bizde” korkusuyla formüle edildiği üzere, İslâm dünyasının liderlik potansiyelini taşıyan Türkiye’yi çevrelemek ve engellemektir
Yavuz Arslan yazdı: Bugün İsrail’in arkasında kenetlenen küresel ve bölgesel güçlerin oluşturduğu cephe, yalnızca siyasî bir ittifak değil, “küfür tek millettir” ilkesinin bir tezahürüdür. Bu birleşik cephenin nihaî hedefi ise, İsrail güvenlik bürokrasisinde “Suriye’den sonra sıra bizde” korkusuyla formüle edildiği üzere, İslâm dünyasının liderlik potansiyelini taşıyan Türkiye’yi çevrelemek ve engellemektir
Nitekim İsrail’e danışmanlık yapan “Nagel Komitesi” gibi resmî mekanizmaların, “Türkiye odaklı bir Suriye’nin, İran müttefiki bir Suriye’den daha büyük tehdit olacağı” tespiti, bu stratejinin sadece jeopolitik değil, aynı zamanda medeniyet merkezli olduğunu kanıtlar. Bu bakış açısı, Türkiye’nin yükselişini durdurmayı birincil hedef olarak belirler.
Stratejinin kalbi ve cephenin çimentosu: Filistin
Bu stratejinin ve “tek millet” hâlindeki küfür cephesinin çimentosu, daima, -bugünlerde yine!- unutturulmak istenen Filistin davasıdır. İsrail’e verilen koşulsuz Batı desteği, Birleşmiş Milletler’de kullanılan vetolar ve gönderilen silahlar, farklı devletlerin münferit politikaları değil, aynı cephenin ortak refleksleridir. Aralarındaki tüm çıkar çatışmalarına rağmen bu güçler, karşılarında Filistin’in meşru direnişini ve bu direnişin arkasında durma potansiyeli taşıyan Türkiye’yi gördüklerinde tek bir safta birleşmektedirler. Gazze’deki soykırım, bu birleşik cephenin hem pervasızca işlediği bir suç hem de kendi varlığını meşrulaştırmak için kullandığı bir bahanedir.
Bu bağlamda, terörist İsrail’in İran’a yönelik saldırganlığı, nihaî hedefe giden yolda stratejik bir basamak olarak okunabilir. Batılı analizlerde dahi bu çatışmanın, “İsrail-Türkiye arasında yaşanabilecek gelecekteki bir savaşın provası” olabileceği tartışılmaktadır.
İsrail’in öncülük ettiği stratejik kuşatma, arkasındaki bu küresel desteğin gücüyle sahada somut adımlara dönüşmektedir. Bu plan, tek cephenin ortak eylemi olarak üç koldan ilerler:
– Suriye’de Türkiye’yi durdurmak:
İsrail, Batılı müttefiklerinin desteğiyle, Suriye’de Türkiye karşıtı ittifakları silahlandırarak ve destekleyerek yeni bir “terör koridoru” oluşturmaya çalışmaktadır. Amaç, Türkiye’nin güney sınırlarını sürekli bir tehdit altında tutmaya çalışmaktır.
– Bölgesel yalnızlaştırma:
Doğu Akdeniz’de Yunanistan gibi aktörlerle kurulan enerji ve savunma ittifakları, Türkiye’yi denizlerden dışlama amacını taşır ve bu da yine aynı birleşik cephenin bir parçasıdır.
– İdeolojik ve askerî tehdit algısı:
Türkiye’nin savunma sanayisindeki atılımı, bu cephe tarafından kendi askerî üstünlüklerine bir meydan okuma olarak görülmektedir. Bu askerî kapasitenin, İslâm dünyasına liderlik etme potansiyeli taşıyan bir ideolojik vizyonla birleşmesi, “tek millet” hâlindeki küfrün tabii korkusudur.
Hak ile Batıl’ın ezelî mücadelesi
Meselenin özü, Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünün ortaya koyduğu gibi, Hak ile Batıl’ın ezelî mücadelesidir. Bu perspektifte, İsrail’in arkasında birleşen küresel güçler, farklı isimler ve maskeler taşısalar da, “Küfür tek millettir” hükmünce aynı Batıl cephesinin unsurlarıdır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun işaret ettiği gibi, Türkiye’nin kurtuluşu ve liderliği, bu Batılı sisteme ve onun dayattığı ilişki ağlarına entegre olmakla değil, ondan kopup kendi medeniyet köklerine dönmesiyle mümkündür.
“Devlet aklı”nın, İsrail’in saldırganlığını “devlet terörü” olarak nitelemesi ve İran’ın savunmasını “meşru bir hak” olarak görmesi ve “her türlü senaryoya hazırlıklı” olduğunu ilan etmesi bu birleşik cepheye karşı atılmış, lakin sonuçları zamanla görülecek bir adım olarak dikkate değerdir.
Bölgedeki mevcut gelişmeler, birleşik küfür cephesinin hem İslâm dünyasının diriliş umuduna hem de onun potansiyel lideri Türkiye’ye karşı yürüttüğü bir operasyon olarak da yorumlanabilir. Bu ablukayı kırmak, ancak bu hakikatin şuurunda olarak, kendi medeniyet referanslarına dayanan, tam bağımsız ve cesur bir strateji izlemekle mümkündür. Bu, keyfiyete bağlı bir durum değil, tarihin ve inancın dayattığı bir mecburiyettir.
BARAN HABER / YeniAkit